Şubat 4, 2011

Eylül 1980 SİİRT;Hasan Mutlucan’la İlk Tanışma ve Geride Bıraktığım Çocukluğum…

Posted in 12 eylül, 1980, asker, çocuklugum tagged , , , , , , 2:39 am tarafından fundasen

Serin bir Eylül sabahıydı. Bir yerlerde yüksek volüm radyo sesi geliyor biri bağıra bağıra türkü söylüyordu.
“Yinede şahlanıyor aman Kolbaşını yandım da kır atı Görünüyor yandım aman Bize serhad yolları. ” Hasan Mutlucan kimdir bilmezdim.  Tabi ihtilal ne demek onu da bilmezdim. Korkarak uyandım. Evin içinde bir koşturmaca vardı. Yatağımdan kalkıp uykulu gözlerimle koridorda çıktım. Babam hazırlanıyor annem koridorda ağlıyordu. Hava henüz ağarmaya başlamış, güneş doğmamıştı.
Küçük kardeşim geceliğimin eteğinden tutmuş ne olduğunu anlamaya çalışan gözlerle bana bakıyordu bende ağlayan anneme. Babam telaş içinde botlarını giydi ve hepimize sarılıp öptü; “korkmayın” dedi. Neden korkmam gerektiğini bilmiyordum. Babamın sabahın o saatinde nereye gittiğini de. Radyonun sesi karşı evden geliyordu. Annem babamın arkasından koridora çökmüş ağlıyordu.
Korkmuştum, neden korktuğumu bilmeden. Kardeşim anneme sarılmış ağlıyordu. Vakit kuşluk vaktiydi.
Babamı giderken görmek için pencereye koştum.İsmini bilmediğim o adam hala bağıra bağıra türkü söylüyordu. Eylül 1980 SİİRT.
Bütün pencerelerin ortadaki kocaman bir alana baktığı lojman camından, bütün babaların giyinmiş gidiyor olduklarını gördüğümde daha da korktum. Neden korktuğumu bilmeden…
Babamı bir hafta sonra görebildim yeniden. Yorgun ve mutsuzdu.

O yıllarda doğuda olmak şanstı galiba. Çünkü terörün eli güzel ülkemin başka yerlerini karıştırıyordu. Büyük şehirlerden her gün acı dolu haberler gelirken Siirt’te hayat normal akışında devam ediyordu. Neredeyse bir asırdır oynanan aynı oyunun, “sağcı-solcu” bölümündeydik o yıllarda.
Babamın alacakaranlıkta kayboluşunu izlerken gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Neden ağladığımı bilmiyordum. Bir şeyler ters gidiyordu farkındaydım. Kapının sesiyle irkildim. Annem gözlerini silip kapıya koştu. Nilgün teyze kucağında çocuğu, üzerinde geceliği, çıplak ayaklarıyla kapıda dikilmiş öyle boş gözlerle anneme bakıyordu. Annem “ne olacak şimdi?” dedi. Ne olmuştu! Çıldıracaktım. Bu avazı çıktığı kadar bağıran adam kimdi? Sesimi çıkarmaya korkuyor usulca bir kenarda olanları izliyordum.
İhtilal dediler…
Ne demekti ihtilal…
Sanırım kötü bir şeydi. Çünkü kimse gülmüyordu.
Nihayet birinin aklına televizyonu açmak gelmişti. Silahlı kuvvetler yönetime el koydu diyordu televizyon. Her şey benim için o kadar karman çormandı ki. O kadar anlaşılmaz, o kadar uzak.
Eylül 1980 SİİRT. Güneş yavaş yavaş doğmaya başlamıştı… Bugün her günden farklı bir gündü.
Okullar hala kapalıydı sanırım. Hatırladığım kadarıyla okula gitmedik epey bir süre. Babam öğlene doğru annemi arayıp sıkı sıkı tembihlemişti “bahçeye bile inmeyin sakın” diye. Balkondan dışarıya bakıyordum. Annem avazı çıktığı kadar bağırıyordu “içeri gir çabuk” diye.
Cep telefonum yoktu ki arkadaşlarım ne yaptı? Ya da ne yapıyorlar mesajlaşalım. Ya da internetim yoktu ki Google ihtilal yazayım; ne olduğunu söylesin bana. Öyle dizlerimi karnıma çekip salondaki koltuğun üzerinde oturup televizyonda olup biteni izliyordum. Televizyon deyince hemen bugünkü televizyonlar gelmesin aklınıza ,tek kanal günün belli saatleri yayın yapardı. Annemin bunu fark etmesi uzun sürmedi. Televizyonda yasaktı artık .
Bir şeyler ters gidiyordu. Sanırım hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık ve olmadı da.
Eruh çayının kıyısını o seneden sonra hiç görmedik. Pervari’ye de gidemedik. Bugün düşünüyorum da bu iki güzel vatan toprağının ismi bile insanlar üzerinde nasıl bir korku yaratıyor. Benim kıyısında koşturduğum. Ağaçlarının arasında dolaştığım. Yöre halkıyla aynı sofraya oturup yemek yediğim Eruh la bugünkü Eruh aynı yer mi? Nasıl bir zihniyet 1984 de orda yapılan katliamı bir festivalle kutluyor bugün. Aynı oyunun hatta aynı senaryonun adı değişik sadece; bugünkü ismi “sağ-sol” değil de “kürt-türk”.
Dayım kayıptı üç gündür. Anneannemler İstanbul’da yaşıyordu. Anneannem ağlayarak annemi arayıp haber vermişti. Dayımı bir türlü bulamıyorlardı. Askerler götürmüştü ama nereye? Neden dayımı götürsünler ki? Dayım doktordu. Endişe ve korku evimizin her tarafına yayılmıştı. Artarak ve katlanarak büyüyordu.
Kardeşimi akşam olunca teskin etmek mümkün olmuyordu. Ağlayarak camda babamın gelişini bekliyor ama babam bir türlü gelmiyordu. Ben artık beklemekten vazgeçmiştim, neden bilmiyorum artık hiç gelmeyecekmiş gibi geliyordu. Çok mutsuzdum. Annem bizi teskin etmeye çalışıyordu. Dışarı çıkamayışımızın nedenini anlatmaya çalışıyordu. Ama ben bir türlü anlayamıyordum. Neden hayatımız tehlikedeydi ki daha geçen hafta değimliydi, arabamızla Diyarbakır’a gitmiştik. Güle oynaya şehirde dolaşıp alışveriş yapmıştık. Ben kimseye bir şey yapmamıştım ki. Neden hayatımız tehlikedeydi? Bugün ne olmuştu ki sokağa çıkamıyorduk. Bir türlü anlayamıyordum.
Babamı çok özlemiştim. Artık saatler bile geçmiyordu sanki. Komşular gelip gidiyor iyi olduklarına dair haber alanlar birbirleriyle paylaşıyor, bazen ağlanıyor, bazen hararetli tartışmalar oluyordu. Annemin gözlerinde sürekli bir endişe vardı. Bize belli etmemeye çalışsa da hayatındaki çok sevdiği iki erkek için endişeleniyor. Endişe gözlerinde kocaman bir bulut oluyordu.
Bir hafta sonrasıydı bir akşam babam eve döndü. Hayatımda ki en uzun bir haftaydı. Koşarak boynuna sarıldık. Çok yorgun ve mutsuz görünüyordu. Bize sarılıp uzun uzun öptü. O artık evdeydi ya sanki her şey düzelecekti. İçimi tarifsiz bir sevinç kaplamıştı.
Fakat hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Dayımı Diyarbakır cezaevinde bulmuşlardı nihayet. Annem en azından yeri belli olduğu için biraz rahatlamıştı; fakat bu defa bilinmezliğin yerini, bilenene duyulan korku kaplamıştı.
Dayım ve ben bir dönemi birlikte geçirmiştik. Uzun hippi saçları, İspanyol paçalı pantolonları, Barış Manço bıyıkları ile dönemin üniversiteli gençliğindendi. Sabahları aynanın karşısında geçince o süslü reyhan ben süslü pembe olur, itişip kakışır, “İkimiz bir fidanın güller açan dalını” söylerdik bağıra bağıra. İlk bisikletim onun hediyesiydi; üç tekerlekli ve kırmızı.
Uzun zaman olmuştu dayımı görmeyeli. Okulu bitirmiş Diyarbakır’ın Bismil ilçesine atanmıştı. Hiç yüksünmemiş, gitmem dememiş ve vatanımın bu güzel toprağında görev yapmaya gelmişti. Sonra ki yıllarda uzmanlık sınavını kazanmış ve İstanbul’a dönmüştü. Kaderi onu bu defa Diyarbakır’a farklı bir şekilde geri getirmişti.
Bugün bir kadın olarak annemi daha iyi anladığımı itiraf etmeliyim. Sevdiği iki erkek istemeseler de karşı cephelerdeydi. Ne kadar zor olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum.
Bir gün anne ve babamın yatak odasında hararetli hararetli tartıştıklarını duydum. Babam “ne yapayım elimden bir şey gelmiyor” diyor bağırıyordu. Annem ağlıyor “ne olursun bir şeyler yap” diyordu. Daha sonra öğrendiğime göre; babam birkaç kez dayımı görmek için Diyarbakır cezaevine gitmiş. Fakat görmesi mümkün olmadığı gibi birde tehdit edilmişti. “Buralarda fazla dolaşma alırız seni de içeri” diye. Zor günlerdi. Hem de sanılanın aksine herkes için çok zor günlerdi.
Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Siirt’te eskisi gibi değildi. Bisikletimle şehrin içinde tur atıp dolaştığım günler geride kalmıştı. Her yüzde korku ve endişe hakimdi. Çocukların arasında bile eski sohbetler yerini, babalarımızdan haber alıp alamadığımıza. Tanıdığımız insanların tutuklanışlarına bırakmıştı artık. Askerdi babalarımız. Ama tutuklayanlarla tutuklananlar aynı ailedendi. “-Hasan Meltemi öpmüş biliyor musun?” söylemleri çok gerilerde kalmıştı. Zorla büyümüştük sanırım.
Birkaç ay sonra bir sabah evimiz bayram yeri gibi oldu. Babam dayımla beraber Diyarbakır’dan dönmüştü. Herkes ağlıyordu. Kapıdan girdiklerinde koşup sıkıca dayıma sarılmak istedim. Uzanan kollarımdan beni yakaladı. “Dur bakalım süslü pembe çok pisim dedi”.
Dayımda eski dayım değildi artık. Çok zayıflamış sanki yaşlanmıştı. Hatıralarımda ki gülen yüzlü, uzun saçlı, şakacı genç gitmiş; bambaşka bir adam gelmişti onun yerine. Annem sürekli “şükürler olsun Allah’ım” diyor ve ağlıyordu. Ne kadar çok ağlar olmuştu o dönemde. Daha öncesini düşünüyorum da annemin ağladığını çok nadiren hatırlıyorum. Banyoyu hazırlayıp, dayımın üzerinden çıkanları büyük bir torbaya doldurmuştu. Bitlenmişti dayım. Bütün elbiseleri bit içindeydi. İnsan nasıl bitlenir ki? Çocuk aklım bir türlü almıyordu.
Hayatlarımızdan endişe etmeyi, bir sabah korkuyla uyanmayı, neden olduğunu bilmeden korkmayı, çok küçük yaşlarımızda hem de kaosun tam ortasında kalarak öğrenmek zorunda kalmıştık. Oysa bizler çocuktuk ve kimseye bir şey yapmamıştık.
Eylül 1980 SİİRT…Artık hiç bir şey eskisi gibi değildi.
O yaz Ankara’ya tayinimiz çıktı!

Şehir kütüphanesini,
Yazlık sinemayı,
Koştuğum sokakları,
Öğrendiğim Arapça küfürleri,
Arkadaşlarımı,
Öğretmenlerimi,
Saklambaç oynadığımız arka bahçeyi,
Yumurta bayramlarını,
Yılsonu mezuniyet partilerini,
İlk dansımı yaptığım delikanlıyı,
Annemin diktiği pembe tuvaletimi,
Sevdiğim yeşil gözlü çocuğu,
Çocukluğumu, geride bırakıp; sıcak bir Ağustos ayında Ankara’ya doğru yola çıktık…

Aralık 7, 2009

Korkuyu bilmeden bol keseden sallayanlara…..

Posted in asker, hayat, pkk, terör tagged , , , , 10:24 pm tarafından fundasen

Bugün duyduğum şehit haberleri yine yüreğimin taa içindeki pek çok acıyı canlandırdı. Ve bu yazıyı yazmaya karar verdim. Gencecik bir kız olarak gittim Erzurum’un OLTU ilçesine umutlarım, heyecanlarım, özlemlerim vardı. Vatan görevi dediler gittik. Oysa sadece 21 yaşındaydım. Otobüste yalnız o kocaman dağların arasından Oltu’ya doğru yol alırken. Ailemden ve sevdiklerimden uzaklaşmanın isyanı içerisinde gözyaşları döküyordum. Ağlama dedi yanımdaki teyze çok güzeldir bizim oralar. Rengârenk dağlarımız vardır dedi. Gerçektende öyleydi Oltu’ya yaklaştıkça dağlar cidden rengârenk olmuştu. Bir kurban bayramı arifesiydi. Yeni evlenmiştim ve sevdiğim beni orda bekliyordu. Kaderim dedim gittim. Oltu’da yeni bir hayatı kurmak için eşimin elini sıkıca tutup bir düzen kurmaya başladık. Kışların çok ama çok sert geçtiği bir iklimde ve ufuk çizgisinin olmadığı bir zamandaydım. Gerçektende etrafı dağlarla çevrili Oltu’da ufuk çizgisi yoktu. Lojman tadilatını beklerken kaldığımız misafirhanenin bahçesinde bayram günü ağlarken genç bir üsteğmen yaklaştı. “Ablacım ağlama dedi”. Sonra bana hemen arkamdaki dağda bir şeyi işaret ederek “bak şunları görüyor musun dedi”. İçimden kendisine iyi dileklerimi ileterek yavaşça başımı kaldırıp dağa baktım. “Görüyor musun keçileri dedi” dağ keçileri geziniyordu. “evet” dedim ters ters. “Seneye o keçileri bir daha göreceksin. Eğer keçileri kaçırmazsan ondan sonraki senede buradan gidersin” dedi. Gülsem mi yoksa bağıra bağıra ağlasam mı bilemedim. Ama bu sözü de hiç unutmadım. Oltu’da zor du yaşam sebze, meyve bile bulmak zordu sene 1989 pazara bezelye gelmesi olay olurdu koşa koşa pazara giderdim içi tane bile olmamış bezelyeden bende alabilmek için. Hiç hamburgeri özlediniz mi siz? Anneciğimin Ankara’dan gönderdiği hamburger ekmeklerine kendi yaptığım köfteleri koyarak evde hamburger partisi yapardık arkadaşlarımızla. Hepimizin yaşı 20-27 arasında. Kimi İstanbullu kimi Ankaralı kimi İzmirli. Bu gün bu büyük şehirlerde yaşayan pek çok çağdaş genç gibi yani. Evimizin beton zemini kışları buz tutardı. Çeşmelerimizde tabi. Lojmanın saçaklarından bir adam boyundan fazla buzlar sarkardı işe gitmek için evden çıktığımda birisi başıma düşmesin diye koşarak geçmeye çalışırdım altlarından. İlk yıl bu şokla geçti ve bahar geldi. Baharda güzeldi Oltu yemyeşil olmuştu ve dağları rengârenkti. Lojmanın arka bahçesine çilek ektim. Gidip gelip bakıyordum çileklerime tek neşe kaynağım olmuşlardı. Hakkârili bir asker vardı adı Halit. Çileklerimiz kırmızı kırmızı olmaya başladığında bir gün Halit yanıma yaklaşarak “bunlar ne olacak abla” dedi. Hiç çilek görmemiş ve yememişti. 1.90 boyunda iri yarı kocaman bir adamdı Halit. Halit’in nöbet tuttuğu bir gece silah sesleri duyuldu. Lojman cadde üzerindeydi ve yere yakın camları vardı hamileydim. Eşim korku içinde beni savurup yere yatırdı ağlıyordum. Korkmuştum!… Eşim beni sürükleyerek koridora çekti ve apar topar giyinip silahını alıp evden çıktı. Karanlıkta karnımdaki minik Dilara’mla kalakalmıştım. Hiç böyle bir korkuyu yaşadınız mı siz? Ağlıyordum hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Eşim dışarıdaydı kaçıp saklanmamıştı. Ona emanet edilen askerlerinin yanına koşmuştu. Karanlıkta yalnızdım bana destek olur belki diye ya da koruma içgüdüsüyle karnımdaki minik bebeğime sarılmış ağlıyordum. Epey bir süre geçtikten sonra eşim döndü. Bıraktığı yerdeydim ve hayatımda hiç bir şey beni o an onu sağ salim görmekten daha mutlu edemezdi. Beni güvenliğe aldıktan sonra tekrar gitti ve sabaha kadar dönmedi. Halit yaralanmıştı. Çilekleri yiyemeden gitti Halit.

Ardahan Tugayında görev yapan iki PKK lı nizamiyedeki iki Astsubay ve dört eri şehit ettikten sonra Oltu’ya kaçmıştı. Oltu halkı teröristleri barındırmamış ve çatışma çıkmıştı. Bu arada nöbet tutarken gördükleri Hakkarili Halit’i de kurşunlamışlardı. Ertesi gün cenazeler Oltu’ya geldi Ay yıldızlı bayrağa sarılı altı tabut. Şehrin meydanında tören yapıldı. Altısı da yan yana dizilmişti gözyaşlarımız sel olup aktı.

Yaz gelmişti, genç arkadaş grubumuz ramazan ayının ilk günü iftar sofrasında gelen bir haberle allak bullak oldu. Güneydoğuya gidecek tabur belli olmuştu. Arkadaşlarımızın olduğu tabur bir ay içerisinde gidecekti. İftar sofrası bir anda hüzün sofrasına döndü. Gencecik pırıl pırıl insanlar. Yeni bebekleri olanlar, bekâr olanlar, yeni evli olanlar. Bir anda gözler doldu, bir anda hüzün her yanı sardı. Onları uğurladığımız gün Boğaziçi iktisat mezunu olan arkadaşım Hale kollarımda bayıldı. Gencecik bir Teğmenin arkasından el sallıyordu. O gençlerden pek çoğu dönmedi. Dönenlerse bir daha asla eskisi gibi olmadı.

Fakat hayat ne şartlarda olursa olsun devam ediyordu. Minik kızım hayata merhaba demişti. Hem de bir Ocak gecesi yerde dört metre kar varken. Böyle yerlerde insanlar birbirlerine tutunuyor. Arkadaşlarınız aileniz, en yakınınız oluyor. Hastanede sanırım 30 kişi vardı ve çok nadir güzellik yaşadığımız bir ortamda bu doğum günün en güzel etkinliğiydi.

Nihayet Oltu’dan ayrılma vakti gelmişti. Ve bu dönemde yaşadığım bu anı ömrümün sonuna kadar hafızamdan çıkmayacak kadar derin izler bıraktı bende.

Kızım 8 aylık olmuştu. Dünyalar tatlısı bıcır bıcır bir şeydi. Balıkesir’e gidecektik. O ayaklarımın arasında dolaşırken ben bir yandan eşya toplamaya çalışıyordum. Tabi Oltu’da bugün Büyükşehirlerde olduğu gibi evden eve nakliyat işi yapan lüks firmalar yoktu. Eşim karton kutular getirmişti ben eşyalarımızı sarıyor kutulara topluyordum. Bu defa keçileri kaçırmamıştım. Otobüs biletlerimizi bile bir ay öncesinden almıştık. Araba alacak kadar maaşımız olmadığı için arabamızda yoktu tabiî ki. Rahatsızlanmıştım gitmeden birkaç hafta önce ve Erzurum Mareşal Çakmak hastanesine gelmiştik o gün. Hastaneye gelmiş olsak bile iki saat uzaklıktaki Erzurum’a gelmek bizim için Paris’e gitmek gibi bir şeydi.

Hastanede bir anda yer yerinden oynadı. Bütün doktorlar koşarak acil servisin önüne doğru gidiyorlardı. Kızım kucağımda ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. O kadar gençtim ki. Merakla o tarafa doğru gitmeye çalıştığımda uzaklaştırıldım. İçerden çıkan bir doktor kapının önüne çökmüş hıçkırıklarla ağlıyordu. Olamaz ben bugüne kadar böyle bir şey görmedim diye hıçkırıyordu. Kötü bir şey olduğunu anladım. Biraz sonra hemşirelerin kucağında kızım kadar bir bebeğin bağıra bağıra ağladığını gördüm. Sedyedeki annesiydi. Annesine doğru atılırken hemşire onu oradan uzaklaştırdı. Doktorlar telaş içerisinde bir o yana bir bu yana koşuyorlardı. Küçük kızın çığlıkları bir türlü dinmiyordu.

Olayın hikâyesini öğrendiğimde tüylerim diken diken oldu ve tarifi imkansız bir korku yaşadım. Bugün bile üzerinden neredeyse 20 yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen hala hatırladığımda içimi acıyla dolduran bir hikayeydi bu.

Genç kadın benim yaşlarımdaydı. Eşi Üsteğmen Kars’ın bir ilçesinde bölük komutanıydı. Genç kadın hamile kalınca doğuma yakın Almanya’daki ailesinin yanına gitmiş ve doğumu orada yapmıştı. Bebek biraz kendini toparlayınca da eşinin yanına evine dönüyordu. Eşi de büyük bir heyecan ve özlemle Erzurum’a eşini ve bebeğini almaya gelmişti. Bizim gibi bir aileydi anlayacağınız. Onlarında araba alacak kadar paraları olmadığı için şehirlerarası otobüse binmişler evlerine giderken. Otobüsün yolu PKK lılar tarafından kesilmiş. O zamanlar yollarda kimliklerimizi saklardık. PKK lı şerefsizler üsteğmeni ve eşini arabadan indirmiş. Üsteğmenin henüz sağken eşinin gözleri önünde gözlerini oyup işkence ettikten sonra şehit etmişler. Genç kadını ve bebeğini eşinin başucunda bulmuş güvenlik güçleri. Kadın kendinde değilmiş bir gülüyor bir ağlıyormuş. Minik kızsa babasının cansız bedeninin yanı başındaymış. Hastanedeki bütün doktorlar bugüne kadar böyle bir cenaze görmediklerini ifade etmişler sonrasında.

Bizim gibi bir aileydiler. Hayatlarına yeni katılan minik bebekleriyle vatan toprağının beklide kimsenin gitmek istemeyeceği bir bölgesinde görev yapıyorlardı. Sorarım size kim kaç paraya gider oralara? Oturdukları yerden ahkâm kesen Ankara’dan ötesini görmemiş insan evlatları bunların kaçını yaşadınız ki konuşuyorsunuz? O gün Erzurum’dan evimize dönerken o iki saatlik yolculukta yaşadığım korkuyu kaçınız biliyorsunuz? O sedyedeki kadının yerine kendimi koymam hiç de zor değildi. Genç bir üsteğmen, bir genç kadın ve kucağımızda bir bebek. O gün otobüsten indirilen benim ailem olabilirdi. O sedyede ki genç kadın ben olabilirdim. Bütün bu duygular içerisinde evimize vardık. O gün zar zor, yalvar yakar aldığımız otobüs biletlerini iade ederek hemen iki tane uçak bileti aldık. Ama bu anı hayatım boyunca aklımdan çıkmayarak bende kocaman derin izler bıraktı. Ne zaman bir şehit haberi alsam gözlerimin önüne o ağlayan minik kız gelir. Bugün neredeyse şehit oldular diye provokasyonla suçlanan bu gencecik insanlar gelir.

Zordur oralarda yaşamak. Hayat zordur, şartlar zordur, doğa zordur. Çok şeyi özlersiniz. Sevdiklerinizi, ailenizi, sinemayı, tiyatroyu, alışveriş merkezlerini hatta hamburgeri bile. Zordur oralarda yaşamak, buradan sıcak boğaz manzaralı evlerinizden bakıp ahkâm kesmeye benzemez.

Eylül 4, 2009

Yıl 1979 SİİRT

Posted in 12 eylül, 1980, asker, çocuklugum tagged , , , , , , 6:30 am tarafından fundasen

Yıl 1979 SİİRT…Hem yazlık hem de kışlık sinema vardı…Birde halk kütüphanesi kocaman. Okuldan sonra mutlaka kütüphaneye uğrar ödevlerimizle ilgili çalışma yapardık. Tozlu büyük rafların arasında dolaşıp. aradığımız bilgiye ulaşmak için kitapları karıştırırdık. İnternet yoktu tabi o zamanlar…Akşamları annem ve babam bizi yanlarına alıp yürüyerek yazlık sinemaya götürürdü.Her yeni gelen film olay olurdu.Siirtli arkadaşlarımız vardı. Sokakta yürürken korkmazdık o zamanlar yada niye biz doğudayız diye hayıflanmazdık.Yazın insanlar damlarda yatardı. Birde yumurta bayramları vardı hep beraber kutladığımız.Pervari ye bal almaya gider. Eruh çayının kıyısında piknik yapardık. Yıl 1979 SİİRT askerdi babam ve o göreve giderken annemin yüreği ağzına gelmezdi o zamanlar. Çarşıda rahatça dolaşır doğulu yada batılı ayrımı nedir bilmezdik.Otobüsle seyahat ederken askeri kimliklerimizi saklamazdık. Sadece asker,polis yada öğretmen olduğu için hiç tanımadığı insanlar tarafından öldürülme korkusu nedir bilmezdi insanlar. Yıl 1979 SİİRT çocukluğum… Orda okudum ben sınıflarımız 50-60 kişi değildi ve öğretmenlerimizin yüzü hiç asılmazdı. Tiyatro topluluğu bile vardı okulun. İlk kez orda çıktım sahneye…Terör nedir bilmezdik o zamanlar…Halkının çoğunun Şafii Mezhebine mensup olduğunu orda öğrendim ben. Bu mezhep neyi gerektiriyor arkadaşlarım anlattı bana. Mezheplerimiz farklı diye kimsey kimseyi horlamazdı o zamanlar. Sevdiğim çocuk siirtliydi. yemyeşil gözleri vardı. Yıl 1979 SİİRT ne güzeldi çocukluğum….